8 Şubat 2017 Çarşamba

iki sigara içimlik

her şeyin bir hikayesi var galiba. yani neden olmasın ki? bir hikayeye sahip olmak zor değil. bir şeyi başka bir şeyden ayırt edebilecek bir ölçüt de değil. sadece bir şeyin hikayesini tamamıyla bilmek zor. bir hikayeyi bilmek içinse ya anlatıcı olacaksın ya dinleyici ya da hikayenin kahramanı.
zordan kastım da ulaşılabilme güçlüğü değil kahramanı olduğun hikayeyi yaşama, anlatıcısı olduğun hikayeye şahit olma ve dinleyicisi olduğun hikayeyi algılayabilme. bunların da zorluğu kendi içerisinde derecelendirilebilir aslında. ancak son zamanlarda yapılan derecelendirmelere güven de kalmadı. herkes birbirinin yaptığı derecelendirmelerin yalan ya da çarpıtma olduğunu iddia ediyor. ben yine de derecelendireyim. bence tahammülü en zorlayan anlatıcı olmak. şahitlik. bu cidden zor bir şey. hakikaten yani. öyle böyle zor değil. güzel hikayelere tanıklık edebilirsin. iğrençleri için anlatıcı olabilirsin. iki durum da sıkıntılı. içini boğar yani insanın ya da insanların bir kısmının. güzellerinde neden sen yoksun ve iğrençlere neden sen şahit oluyorsun? bunları sorarak ilerlemeye çalışırsın. yolun sonu varmış gibi hem de. bu arada yolun bir sonu var bence. ama biz yokmuş gibi takılıyoruz. olsun. banane. ikinci kademe dinleyici olmak. bunun zorluğu da anlamsızlığından geliyor. yani hikaye dinleyerek neye ulaşmaya çalışır ki bir insan. nedir temel mesele? birisi birine neden anlatır ki herhangi bir hikaye? işte bu anlamsızlık dilden dile dolaşmış, düşünülmüş, gelişmiş ve evrilmiş. karşımıza bana hikaye anlatma be kardeşim olarak gelmiş. kurulmuş. son olarak da hikayenin kahramanı olmak. bu en kolayı. ama yine de zor. işte kötünün iyisi gibi bu da zorun kolayı. pek haberimiz yok çünkü olandan bitenden. haberimiz varmış gibi yapıyoruz. mutluymuş gibi. üzgünmüş gibi. bilmem ne gibi. hikayemizde anlatılmak istenen şeylerin değil de o dönem popüler olan şeylerin altını çizmeye çalışıyoruz. diğer insanlara ben de sizden biriyim. türümüz aynı diye bağırmak ister gibiyiz çoğu zaman. kendi ölçümüzü kendimiz belirlemiyoruz. ya da belirleyemiyoruz. eziliyoruz. büzülüyoruz. kalabalıkların arasında kaybolup gidiyoruz. nefes almak için kalemi elimize alıp. aslında ne kadar da kendi hikayemizi yaşamadığımızı yazıyoruz her seferinde.

neyse bir iki hikaye de ben anlatayım. ne kahramanı olduğum ne şahit olduğum ne de duyduğum bir iki hikaye.

değişim kaçınılmaz diyenler var. değişiklik iyidir diyen var. bir akarsudan yola çıkarak değişmemenin imkansız olduğunu iddia eden var. ancak bu kadar genel genel. bu kadar geniş geniş konuşmak hep absürt gelmiştir bana. yani gereksiz ve kifayetsiz. ankara yükselde bir kafede aldığımız her nefes bir şeyler katarken insana nasıl olur da değişmeden kalabiliriz diyen biriydim zamanında. hatta şimdi ankara yükselde olabilsem ve o kafede az şekerlimi beklesem. sanırım aynı cümleleri kurarım. çünkü böyle cümleler kurmanın kaçınılamaz bir tarafı var. böyle beyninde etki edemediğin bir nokta aniden bu tip şeyler söylüyor gibi. mesela kendi evimde misafir gibi davranırım. ölümün kaçınılmaz olduğu dünyada hangimiz misafir değiliz ki der geçerim. bunların hepsi bir çay demleyip iki çay bardağı yıkamamak için. işte beyin bunların hepsini düşünüp tarttıktan sonra aniden geniş geniş konuşmanın kapısını açıyor insana. bir nevi tembellik ediyorum. ya da ne bileyim ediyoruz genel olarak. karşımıza çıkan bir konuda gidip de kant'a başvuruyoruz. o daha iyi bilebilecekmiş gibi gidip de bir bilene danışmak diye acayip bir şey var işte. neyse. insan bütün mevcudiyeti ile karşısına çıkan olayı çözümleyen ve sonuç çıkaran bir varlık. bunlarla birlikte her insanın sahip olduğu mekanizma farklı. aynı otobüste giden bütün yolcuların birbirinden farklı dertleri olması ve yan taraftaki yola değişik açılardan bakması gibi. otobüs de şart değil. aynı kırmızı ışıkta bekleyen yayaların karşı tarafa geçme amaçlarındaki başkalık gibi. daha bir sürü gibiler sıralanabilir burada. neyse işte sonuç olarak sürekli kalıp cümleler kullanan insanları ciddiyetsiz ve tembel buluyorum. yani karşısına çıkan her olay için yıllardır süregelen kalıpları kullanan insanlardan bahsediyorum. diğer her şeyi bir tarafa bırakarak romantizmin etkisinden çıkamayan biri olarak duyguları ifade ederken bu kalıpların kullanılması ile ilgileniyorum. bakın daha çok değil. sadece bunlar ile ilgileniyorum. gerisi umurumda ancak umursadığım her şey ile uğraşacak kadar vaktim yok. iki sigara içimlik bir düşünme ve yazma süresi için en azından. neyse işte sonuç olarak. kendini başkalarının cümleleri ile ifade eden insanları samimiyetsiz buluyorum. birisi birine şiir okuduğunda. birisi birine iki cümle ile bir duygu nakşetmeye çalıştığında. nakşetmek kelimesini de cümle içerisinde kullanmak varmış. hatta söylev de şart değil. birisi birine çiçek aldığında. birisi birine hediye aldığında. birisi birine bir şey yaptığında işte. ben öncelikle bunun ne kadar esinlenilmiş bir şey olduğuna bakarım. bana bir şey ifade etmesi için. özgün olmalı. en azından özgünlük için çaba sarf edilmiş olmalı. bir defasında bir arkadaşıma bunlardan bahsediyorum. işte duygu açıklamalarının çarpıklığından. bu tip iletişim çeşitlerinin daha özgün bir tarafının olması gerekliliğinden filan. o sırada da tam saint paul merdivenlerden iniyoruz. tate modern'a gideceğiz. birisi kendini nasıl ifade etmiş bakmaya. millennium bridgeden geçeceğiz. tarih ile günümüzün bağlantısını sembolize eden bir yapının üzerinden thames'a bakıp bok gibi filan diyeceğiz. o iş öyle olmaz müdür dedi bana. mesela ben şimdi yapılagelen en klasik sürprizi yapsam da kız arkadaşım onu beğenir. çünkü emek veriyorum ve önemli olan onu düşünüp emek vermek dedi. sen de haklısın. bence o kızdan hemen ayrıl dedim. o bayat ekmeği hayatta kalmak için yiyor. güzel bir bakery bulduğunda seni terk eder dedim. yok la öyle iş mi olur biz birbirimizi seviyoruz dedi. iyi bakalım başarılar dedim. gel dali neler çizmiş elli pounda kıyıp da bakalım dedim. yok la ben internetten bakarım elli pound da cebimde kalır dedi. senin kafanı sikim dedim. sen de anca kafa sikiyon ha dedi. he he dedim. neyse olay nerelere geldi. sigaram da bitmek üzere. size bir hanımefendiden bahsedip değişimin ne kadar sınırlı olabileceğini hatırlatmak istiyorum sadece. iki hafta önce akşam üstü. hiç bilmediğim ve bir daha da girmeyeceğim bir sokakta adımlıyorum. acaba günün diğer saatleri bu sokak nasıldır diye düşünüyorum bir yandan. diğer taraftan da ne yesem acaba derdindeyim. gölgelere bakıyorum. güneş hiç olmasa bu sokağın gölgesiz daha hoş olacağına karar veriyorum az sonra. ufaktan da bir restoranı gözüme kestirdim. karar vermiş olmanın etkisiyle adımlarım birden hızlanıyor. kararlı adımlar sanırım her zaman en hızlı adımlardır diye düşünüyorum ister istemez. bu sırada ilk kez girilen bir ortamın verdiği tedirginlik beliriyor üzerimde. işte o anda anlıyorum ki içeri girmişim bile. kapının kapanma sesini de duyunca aha lan diyorum bütün bir şehre sırtımı dönüp kendimi hapsettim bu hiç tanımadığım yere. ama az sonra oldukça nazik bir hanımefendi karşımda belirip kaç kişilik bir yere ihtiyacım olduğunu soruyor. yalnızım diyorum hemen. bir yerler ayarlıyor bana. oldukça da ilgili bir hali var. menü istemiyorum. tavsiye edebileceği bir şeyleri denemeye açık olduğumu söyleyerek siparişimi tamamlamış oluyorum. birkaç dakikada oluşan güven duygusu kocaman bir akşam midemi ne ile dolu geçireceğimi nasıl da belirleyebiliyor şaşıyorum. umarım tavuk mavuk getirir diyerek kendimi avutuyorum işte bir iki ılık yudum alırken suyumdan. bu ufak tefek etkileşimlerden aramızda ilginç bir tepkime doğuyor. biraz sonra da patrondan izin alıp masama davet ettiriyor kendini hanımefendi. hiç göstermese de benden üç beş yaş büyük olduğunu şaşırarak öğreniyorum. sonrasında biraz ondan biraz bundan derken sonunda o dükkanda ne işimiz var birbirimize açıklama gereği doğuyor. ben yarı öğrenci yarı gezgin olduğumu söyleyip sadece tesadüfen orada olduğumu söylüyorum. gerçekten de hayatımı derinden ve temelinden etkileyecek hatta beni istemediğim kararlar almaya zorlayacak bir olay yaşamadım bu güne kadar. bunlardan hızlıca bahsedip asıl istediğim şey olan dinleme aşamasına geçiyorum. güneydeki bir kasabayı anlatıyor biraz. neden terk etmek zorunda kaldığını. dertlerini. kaygılarını. sonunda direkt bir tercüme olmasa da benim özetim anne olmamdır diyor. nasıl yani çocuğunuz mu var diyorum. hayır ama ben bir anneyim diyor. ne demek istiyorsunuz diyorum. bu şehre ilk geldiğinde anne olmuş. anne olmaktan kastı da hamile kalmak. çocuğu hiç dünyaya gelmemiş. kendisi istememiş doğrusu. yeterli imkanı olmadığı için bakamayacağından korkmuş. ama diyor bebeğimi hiç görememiş olsam da ben bir anneyim. iki ruhu aynı anda taşıdığıma inanıyorum bu bedende. ve o günlerden sonra hep bir anne olma hissiyle dolu içim. anneydim demiyorum. ben hala anneyim. ve bunu bir kez yaşamış biri geride bırakamaz. değişemezsin. oha lan filan diyorum içimden. ben kadına güvendiğim için hiç bilmediğim bir balık yiyorum. kadın bana gelmiş hayat hikayesini anlatıyor. galiba güven kavramını algılamakla ilgili ciddi sıkıntılar içerisindeyim diye sıralıyorum içimden. o sırada kadın biraz duygulanıp kalkıyor tabii bende de pek iştah kalmayınca hesabı isteyip kalkıyorum. vedalaşıyoruz kadınla. bir daha uğramak niyetinde olmadığımı söyleyince numarasını veriyor bana. sonra kapıdan tekrar şehre adım atıyorum. vakit ilerlemiş. hava karanlık. değişmemek de mümkünmüş lan aslında diye kararsız ve yavaş adımlarla devam ediyorum. gölgeler var ama. sokak lambalarından. birisine sırtımı verip bir sigara yakıyorum. restoranın camına baktığımda kadın da bana bakıyordu. ama bence aynı kadın değildi.

zamanında çok dinlediğim bir şarkı vardı. denedim olmadı çabalarımın sonu nihayete varamadı ben hüsrana komşuyum filan diyordu. hatta komşu da değil ev arkadaşıyım. ya da ne bileyim yurtta oda arkadaşı filanız. bu kadar yakınımda. dolabımdan izinsiz giyiniyor. parfümümü bitiriyor la. neredeyse iç çamaşırlarıma hallenecek pezevenk.

şöyle bir durum oluyor bende genelde. kanka diyorum çok tipsizim ya diyorum. kankam gülüyor. hakikaten öylesin lan diyor. ya da ne bileyim. kanka benden bi yol olmaz değil mi diyorum. aynen kanka senden kesinlikle bi yol olmaz diyor. yani durum bu. daha kötüleri de var. küfürlü müfürlü. bir de müdürlü olanları var. onlardan bahsedecek de değilim aslında. ama işte benim bulabildiğim en motive edici kanka bu la. sokakta mokakta deniyorum bazen. durduk yere biri bana moral verir belki diye. hiç tanımadığım birine gülümsüyorum. karşımdaki suratını asıyor. yahu geçenlerde camdenda woodygrilden almışım döneri stationın önünde yiyorum. kadının biri geldi biraz versene dedi. dedim git al şuradan beş pound zaten. yok sadece tadını merak ediyorum dedi. dedim ne dediğini anlamıyorum. ı came from yozgat yozgat. sonra kadın el mel hareketi yapıyor. baktım elini uzatıyor tabağıma filan. lan stop stop what the fckng are u doing diyorum. nimet de önümde tövbe tövbe. piliz miliz diyor bana. dedim get rid off. ulan bunun da anlamını bilmiyordum bi kullanayım dedim o ara. baktım kadın bön bön bana bakıyor. dedim its hyundai accent. iyice mala bağladı tabii o ara. sonra aklımda ampul yandı hemen. hiçbir siyasi gerekçem olmadığı halde söndürdüm ampulü. tasarruf lambasını yaktım. ısınmasını bekledim azıcık. hafif hafif aydınlandı ortalık. işte en sonunda dedim şuna azıcık vereyim dönerimdem. o da bana iltifat miltifat eder belki. dedim tamam al ne kadar istiyorsan. iki parça döner aldı. hafiften de gülümsemeye başladı. aha lan dedim oluyor galiba. biri bana gülümseyecek şimdi. baktım patatese matatese el atıyor. oha la dedim. dur yeter. fuck off dont laugh. ingilizcem de şekil tabii. kadın da gitti la. hiçbir şey olmamış gibi. iki parça dönerimi yememiş gibi. minnet etmedi bana. çekti gitti. sonra ben de bir gece vakti camdentowndaki en yalnız insan olarak adımlamaya devam ettim. ama patatesi yedirmem aga. önemli yani. patates matates. işte sonuç olarak cikleti oldum ben bu diyarın. şekerim de bitti. tadım kaçtı yani. sıkılıp tükürmesini bekliyorum. ya da ne bileyim çenesi menesi ağrır.


bazen diyorum ki ve bu aralar çok sık bazen diyorum. işte bazen diyorum ki bir takım insanlar var. cidden dar. genel olarak darlar. kapladıkları alan. hacim yani. mesela sonsuz bir düşünce dünyası veriyorsun adama. beyimiz yine iki boyutlu bilemedin üç boyutlu. hep aynı kalıp. hep bildiğimiz şekiller. küp. üçgen prizma. hadi bilemedin koni. bu kadar neden sınırlar ki insan kendini. neyse. günün birinde körfezde körfez havası almaya çalışıyorum. bir yandan da bu izmit körfezi pek de körfez gibi kokmuyor diye düşünüyorum. meksika körfezi daha bir körfez gibi kokuyordur heralde. orası amerikaya daha yakın ve onlara yakın olmak iyi bir şey diyorum. birkaç defa içimden amerika deyince ulan dünyadaki tek gerçek körfez meksika körfezi olmalı diye bağırasım geliyor. hatta yanımda sprey boya olsa karamürselde bir yerlere the only real körfez is meksico filan yazacağım. iyice gaza gelmişim. aniden martı sesleri ile irkiliyorum. ulan şunlara bak bunlar da martı mı meksikada ne martılar vardır şimdi filan diyorum. iyice gaza geldiğim iyice anlaşılmıştır sanırım. çok da uzun olmayan bir vakit sonra çok da güneşli bir hava olmamasına rağmen güneş gözlüğü takmış ve çok da uzun boylu olmayan bir beyfendi çıkıyor karşıma. kolunda da oldukça naif bir hanımefendi. yavaşça ilerliyorlar. yüzlerinde çok sevdiği bir tatlıyı fırına atmış da çıkmasını bekleyen insan gülümsemesi var. bu ifadeyi bir gün fırına sütlaç attığımda fırının camında görmüştüm. aynı gülümseme işte. neyse. bu kesin meksikada yoktur deyip bir rahatlama sigarası yakıyorum. canım memleketim moduna geçmeme ramak kalmış ama. yeşiline mavisine kurban diyerek içiyorum sigaramı. tam o anda bir de bakıyorum ki hanımefendi işaret dili kullanarak yolda karşılaştığı biri ile konuşuyor. bütün dikkatimi tebessüme ve meksikada olup bitenlere verdiğim için kadının kimin ile konuştuğuna hiç dikkat etmiyorum tabii. sigaramdan bir nefes çekmek için elimi kaldırdığımda birdenbire titremeye başlayan telefon her şeyi bok ediyor. bu titreşim olayı nedendir bilinmez benim dikkatimi dağıtır hep. sinirle telefonu cebimden çıkarıp meşgule alıyorum. kafamı kaldırdığımda bir de ne göreyim. hanımefendinin konuştuğu kişi benim iki aydır dersime giren işaret dili hocam. fırsat budur işte diyerek sigaramı en yakın çöp kutusuna atıp yanlarına gidiyorum. hocamla selamlaşıyoruz ama işaret dili ile. karşısındakinin işitme engelli olduğunu anlamama hem seviniyor hem de kendimi işaret dili ile tanıtmamdan gururlanıyor belli. bir süre muhabbet ediyoruz. kimisine göre sessiz sessiz ama biz çok gülüyoruz. eğleniyoruz da. sonra o muhteşem çift ile ayrılıp hocam ile iki tek atmaya gidiyoruz. yahu hocam diyorum beyfendi pek konuşmadı bizimle neden acaba. bak dostum diyor o adam hem işitme hem de görme engelli. işaret dilini dokunarak algılayabiliyor ancak. işte orada dur diyorum hoca. bu mevzu derin. rakıyı sekleyelim. buzsuz hatta.

neyse işte diyeceğim o ki. ortada bir sevgi varsa. bunun ifadesi gereksiz. bir de böyle şeyleri neden uydurduğumu hiç bilmiyorum. hadi uydurdum diyelim bunları neden yazıyorum. hadi yazdım da diyelim. bunları neden paylaşıyorum. onu hiç bilmiyorum. yine de bilinmezliğin içinde biraz bir şeyler vardır her zaman.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder